Kuşluk vaktiydi. Tozu dumana katarak gelen atlı
obanın tamamını gören bir tepede durdu. Atının üstünden obayı
seyrediyordu. Aşağıda çocukların sesleri, körpe kuzuların
seslerine karışıyordu. Çorba kaynayan kazanların altında üç
taştan kurulmuş ocaklardan dumanlar tütüyordu. Acıkmıştı,
midesi “Bir an önce şu tepeden obaya in, bir tas çorba al, bir
tandır ekmeğiyle şu açlık belasından kurtar beni” diyordu. Atını dörtnala sürdü. Göz açıp kapatıncaya kadar obaya gelmişti.
Doğruca İsmail Ağa’nın otağına vardı. Otağın önünde atının
gemini çekip durdu. Doru tay yerinden duramıyordu. Dili olsa:
“Durma be yiğit gemi gevşet, bir kırbaç vur, ver yolu doyasıya
koşayım, hendekler aşıp tepeler geçeyim.” diyecekti. Sanki o kadar yolu o koşmamıştı. Otağın önündeki serdengeçtiler atın
yularından tuttular. İsmail Ağa’ya haber verdiler. Osmanlıdan
haberci vardı.
Alışveriş sepetiniz boş!