Şimdi ölümle, hem de kendi ölümümüzle yüzleşme zamanı...
Korkulardan kaçındıkça, onlardan kurtulmamız olası görünmüyor. Hayata gözlerimizi açtığımızda, hiç bilmediğimiz bir dünyaya, kendi tercihimizle olduğu iddia edilemez bir eşya, mekan, zaman, insan ve gereksinimlere göre şekillenen çevre, diğer figüran ve dekorlar ile karşılaşıyoruz; yapayalnız geliyoruz ve ilk ağıtımızı söylüyoruz. Yıllarımız ilerledikçe, aşina olduğumuz bu dünyadan ayrılma düşüncesi ya da bilmediğimiz başka dünyaya, kim bilir, asıl vatanımıza dönüş vakti geldiğinde ürperiyor, dehşete kapılıyoruz; yine yapayalnız gidiyoruz ve son ağıtımızı arkamızdan belki biri söylüyor. Çünkü gün be gün, bizi son yolculuğa yaklaştıran zamanın akıntısını; bütün ıstırabına, sürekli eziyet eden kıskacına, eskiyen yüzüne rağmen bu kara parçasını ve her yeni gün alnımızda yeni çizikler oluşturan “içindekiler”, kalbimizde onulmaz kırıklar oluşturan “bizimkileri”, hasılı “insancıklarımız” ile bu yaşlı dünyayı sevmiş ve ona doyamamıştık” Ve bir gün, bir gece vakti, ölümün pençesini ya da ince dokunuşunu vücudumuzda duyumsadığımız an, “Eylülde ölmek zor ama bu gece, ölmek için güzel!” demekten başka seçeneğimiz olmasa gerek! Dinin bağlıları, aşkın adamları, bazan “ölümü (de) öldüren rabbe secde” ederek ölüme boyunbükmüşler, bazan ona, düğün gecesi, sevgiliyle bütünleşme “hal”i olarak bir edebi neşeyle kucaklarını açmışlardı.